“– Hayatta en ziyade sevmediğiniz şey nedir?
Yahya Kemal: Mağluplardan nefret…”
[1921]
“Tut gedâlıgın Nevâyî muğtenem
Şahlar allında baş indürme köp”
(Nevâyi, alçakgönüllülüğünü ganimet bil.
Ama şahlar önünde de sakın baş indirme!)
[Ali Şîr Nevâî 15 y.y.]
Harekete başladığımız nokta, bulunduğumuz noktaya varmamızda en az nasıl hareket ettiğimiz kadar önem taşıyor. Hangi olay veya durumda hangisinin daha çok katkısının olduğunun ölçmenin bir yolu yok; bununla beraber kişi değerlendirme yaparken başına gelen “iyi şeylerde” kendi hareketine paye verirken, “kötü şeylerde” başlangıç noktasını sorumlu görmeye eğilimli oluyor. Bir başkası ya da başkaları üzerine değerlendirme yaparken ise mekanizma tümüyle tersine işliyor.
Aylar önce şöyle bir görüntü izlemiştim: “İlkel” hayat yaşan kabile üyesi; topladığı eşyaları kafasının üzerinde bir sepette taşıyordu, küçük bir akarsuya geldi ve karşıdan karşıya geçmek için suyun üzerine atılmış bir ağaç kütüğünün üzerinden cambaz gibi geçmeye çalışırken dengesini kaybedip eşyalarıyla beraber akarsuyun içine düşerek ıslandı. İzledikten sonra önce dumura uğradım, “etrafta o kadar ağaç var, hiçbir şey yapamıyorsanız birini daha kesip iki kütüğü birbirine bağlayın da cambazlıktan kurtulun” türevinde bir düşünce geçti zihnimden. Biraz sonra bu kadarını dahi, düşünüp beceremeyen “hallerine acıdım”. Hallerine acıyabiliyordum çünkü kayıtsız ve şartsız onların yerinde olsam daha iyisini yapacak “güçte” olduğuma dair inancı -kibri- taşıyorum.
Merhametli olmak, yargıya varmadan önce içinde bulunulan şartları, imkanları anlamaya çalışmayı gerektiriyor. Üstenci tavrımızı kenara bıraktığımızda, görüntüde acınacak bir hal yok yalnızca varlığını sürdürebilmek için kendi meşrebince/kültürünce, elindeki imkanlarla, elinden geldiğince faaliyet gösteren bir başka insan var. Teknik ve biçimsel farklar (büyük çoğu başlangıç noktamız kaynaklı) dışında herhangi birimizin hayatından farksız.
Biçimsel olarak bu kadar uzak ve bizimle doğrudan teması olmayan durumlarda empati becerimiz azalmakla beraber “acımak” gibi yoksun ama zararsız tepkiler veriyoruz. Diğer tarafta, daha yakından temas ettiğimiz, bizlerin hayat pratiklerini doğrudan etkileyen insanlara karşı çok daha merhametsiz olabiliyoruz. Dünyanın öte ucunda gördüğümüzde, haberdar olduğumuzda “hallerine acıdığımız” kişiler veya topluluklar olacaklarken; temas alanımıza yaklaştıkça (“konforumuzu” bozdukça) nefret unsuru haline geliyorlar.
Galiplerin, galip fikirlerin ve sistemlerinin dünyasında yaşarken içinde bulunduğumuz durumdan dolayı niçin zaten mağlup olmuşlardan nefret ediyoruz? Her ne olursa muktedir, “güç” sahibi olanların yaptıklarını “rasyonel düşünce” adı altında uzun uzun gerekçelendirirken, onlara “kendilerince haklılar” gözüyle bakarken öfkemizin, nefretimizin nesnesi niçin onlara kaybedenler oluyor?
Mademki modern insan, “bilim severleri” daha memnun edecekse homo sapiens, düşünen canlı olarak tanımlanmış ve Kant “Aklını kullanma cesaretini göster!” diye buyurmuştu: Rasyonel düşünce bekçilerinin, bilgiyi yalnızca bilimsel olanda ve hakikati de görünen olanda arayanların; en azından kendilerine “satılmış”, “kabul ettirilmiş” fikirlerin kendilerine ait olmadığını görerek aydınlanmaları gerekmiyor mu?
Ne zaman sonuçlar üzerinden ne zaman sebepler üzerinden değerlendirme yaptığımız yine güçlü muhatap tarafından belirleniyor. Birkaç somut noktaya temas ederek neye işaret etmeye çalıştığımı berraklaştırayım: Türkiye’yi çok uzun yıllardır meşgul eden “göçmen/sığınmacı” meselesinde, göçe sebep olanlardan daha çok göçenler tartışılıyor. Esas sorumlulardan ziyade göçmenler nefret nesnesi oluyorlar. Filistin’de işgal, soykırım varken; tarihi “hakikat” kisvesi altında mevcut hale sebep bulmuşçasına toprak satışları vs. gibi şeyler tartışılabiliyor. Ya da en basitinden biri kendince “boykot” faaliyeti yürütmeye çalıştığında ona bunun hiçbir “ekonomik/siyasi rasyonel” gerekçesi olmadığı, ekonomik sistemin nasıl işlediği üzerine nutuklar çekilebiliyor. Sanki esas mücadele edilmesi gereken şey kişilerin yaptığı “irrasyonel boykot” faaliyetiymişçesine…
Mağluplardan hoşlanmıyoruz. Kimisine acıyoruz; daha yakınımızda olanlara, bize daha çok benzeyenlere karşı ise nefrete varan hislere, fikirlere kapılıyoruz. Onları anlamaya çalışmıyoruz çünkü her anlamaya kalktığımızda bizlerin de esasında “mağlup” olduğunu dair delil görmek istemiyoruz.
Eylemleri yalnızca sonucundaki kar/zarar ilişkisi üzerinden değerlendiren tefeci ahlakını bırakıp merhametli olabilmek…
Son Yorumlar