Şu sıralar Felsefe ve Batı Felsefesi Tarihi üzerine okumalar yapıyorum. Yaptığım bu okumalar daha önce de üzerinde kafa yorduğum bazı konulara yeni bir göz ile tekrar bakmamı sağladı ve bunun üzerine bir şeyler yazmak istiyorum.

Bir toplumun sosyal ve iktisadi olarak gelişmesi için “üretim” yapması gerekir. Buradaki üretimden kasıt sadece sanayi üretimiyle sınırlı değildir. Gelişmiş bir toplum olabilmek için öncelikle “fikir” üretebilmeliyiz, fikir üretebilmek için de sorgulamalı, düşünmeli. “Düşünme” kelimesi insanlık tarihi boyunca, daima her milletin sözlüğünde bulunmuş çok eski bir kavramdır. Düşünmeyi emretmeyen din, düşünmeyi geliştirmek istemeyen bir eğitim tarihte yok gibidir. Peki biz düşünüyor muyuz, kafamızı kaldırıp etrafımıza baktığımızda “düşünen insanlardan” mı yoksa “şartlanmış insanlardan” mı oluşan bir toplum görüyoruz?

Düşünen insan araştıran, hakikate özlem duyan kimsedir, şartlanmış insansa belli etkiler karşısında daha önceden programlandığı -kendi kendine veya dışarıdan etkilerle- tepkileri gösteren kimsedir. Şartlanma dogmatiktir, şartlanılan şey değiştirilemez görülür. Düşünme ise böyle değildir. Düşünme, insanların bir problem karşısında çeşitli hipotezler kurması, bunların ışığında bilgi toplaması, topladığı bilgileri nesnel (objektif) ve nedensel (determinist) bir yoruma tabi tutmasıyla gerçekleştirilen meşakatli bir süreçtir. Görüleceği üzere şartlanmak düşünmeye göre çok daha “kolay” bir yoldur. Tarih boyunca insanlar kolay yolu tercih edip şartlı, dogmalarla düşünerek yaşadıkları sürece gelişememiş ve buhranlı dönemler yaşamıştır (bkz. Orta Çağ Avrupası, Günümüz Orta Doğusu). Aksine insanlar göreceli olarak daha “hür” düşünebildikleri dogmaların yerine aklı ve bilimsel bilgiyi koydukları dönemlerde hem sosyal hem de iktisadi açıdan ciddi gelişmeler kaydetmişlerdir (bkz. Rönesans Sonrası Avrupa, Bin yıl önceki İslam Toplumları).

Günümüz Türkiye’si bu cetvelin neresinde diye baktığımda maalesef “kolaycı” olduğumuzu gözlemliyorum. Toplum olarak yaşanılan olaylar üzerine düşünmek yerine sahip olduğumuz ideolojik dogmalarla -ki önemli bir çoğunluğumuz bağlı olduğunu iddia ettiği ideoloji üzerine dahi okumamış, düşünmemiş durumda- olaylar karşısında şartlandığımız tepkileri gösteriyoruz.

Kolaycılığımıza çok fazla örnek gösterebiliriz mesela doğru olduğunu düşündüğümüz(!) siyasi partiye oy verip iktidara taşıdığımız zaman bütün görevimizi yaptığımızı düşünüyor ve o siyasi partiyi de dogmalarımıza ekleyerek onu da körü körüne savunuyoruz. Ya da tam tersi siyasal iktidarı beğenmeyip muhalefet partilerinden birine oy verdiğimiz zaman yine derin bir “oh” çekerek bütün görevimizi yaptığımızı düşünüyor eleştirdiğimiz hiçbir konu üzerine tek bir çözüm önerisi getirmeden olaylara karşı şartlı tepkilermizi gösteriyoruz.

Tarih boyunca “kolaycı” toplumların “geri kalmışlığını” gördüğümüz(!) halde hala kolaycılıkta ısrar ederek acaba tarihte eşi görülmemiş şekilde “kolaycılıkla gelişme elde etmeyi” mi hedefliyoruz? Ne zaman aklımızı, kiraya verdiğimiz kişiler veya ideolojilerden alıp düşünmek için kullanmaya başlayacağız?

“Düşünmediğimizi düşünmedikçe düşünebilmekten uzak yaşayacağız.”  N.F.Kısakürek