Nedir bu sessizlik, kendimi duyamıyorum?
Çökmüş bir karanlık, şavkını seçemiyorum.
Şimdi başka yüze vuran güneş, dönmez midir;
Güneşi beklemenin derdi hiç bitmez midir?
İnsan olmanın halleri öylesine parçalanmış, bu parçalar üzerine o kadar çok söz söylenmiş ki bu gürültünün altında kişinin kendi sesini duyma imkânı kalmamış. Bilimsel ya da bilim dışı kaynaklarca üretilen “entelektüel şiddet” altında insan kendi sözünü yitirmiş halde savruluyor. Kendi sesini, sözünü üretemeyen insan; kulağını bir o tarafa bir bu tarafa kabartarak, onu “kurtaracak” şeyler bulabilmenin peşinde huzursuz ya da şuursuz bir hayat sürmeye mahkûm. Kendi dilince söyleyip, sesini işitemeyen; başkalarının dilinin gürültüsünde oyalanıp durur.
Bu hale bugün ya da bir anda gelinmiş değil. Modernite ile tekniğin sonuçlarıyla büyülenen insan, ilerlemek/gelişmek için dünyanın büyüsünü bozmuş ve onu salt “tekniğin” malzemesi haline getirmişti. Makineleşen dünyada “tekniğin” değirmeni kişinin bütüne dair ve yığının karşısında sözünü öğütüyor, parçalıyor. Tekniğin olduğu yerde kişi onu işleyen bir “operatör”den fazlası değildir çünkü referanslar tümüyle dışarıya taşınmıştır, bu halde A yahut B kişisi olmanın bir değeri de yoktur. İşte böylelikle modern insanın, gerçeği kavramak hevesiyle peşinde koştuğu teoriler, analizler, sistemler; kendiliğinin, kendinde olanın perdelenmesine sebep oluyor. Kişinin huzursuzluğu da bir yandan tekniği eşelerken diğer taraftan bunun gerçekte bütünü açıklamaya, anlamaya, anlamlandırmaya yetmeyeceğinin açık ya da örtülü farkındalığıyla başlıyor. Öyle ki yüzünü tekniğe çevirdiğinde kendinden uzaklaşmanın, kendine çevirdiğinde ise teknikten uzaklaşmanın huzursuzluğuyla bocalıyor. Bu huzursuzluğun en veciz ifadelerinden biri Goethe’nin Faust’un başında, onun dilinden söyledikleridir:
“Ah işte artık felsefe
Tıp ve hukuk, heyhat!
Büsbütün tahsil ettim ateşli bir gayretle
Ve maalesef bir de ilahiyat.
Eskisinden daha akıllı değilim yine de;
…
Hiçbir şey bilemeyiz, bunu görüyorum ben,
Ama yüreğimi yakıyor bu durum hepten.”
Aydınlanmanın, modernite ve etkilerinin çığ gibi büyüdüğü, insan aklının, rasyonel düşünce yetisinin giderek bir kutsal haline gelmeye başladığı çağda Goethe dünyayla bilmenin yalnız bu şekliyle bağ kuran bir “bilge”nin huzursuzluğuyla insanlık dramını dile getiriyordu. Hiçbir temel fikrin ışığıyla yönlendirilmemiş bu düzeni olan (alanlara ayrılmış, her bir alan kendi içerisinde yönteme bağlanmış) ama esası olmayan (anlam/amaç üretmeyen) bilme hali öğrenilmiş ve sistemli bir cehaletten öteye geçemiyor.
Peki, niçin bu çarkların içinde dönüp durmak zorundayız? İnsan varlık iddiasını sürekli yaşatmak durumunda çünkü geçmiş, gelecek ve yok oluş algısına/kaygısına sahip. Bu kaygı haliyle mücadele edebilmek için sürekli olarak “Ben de buradayım!” demek istiyoruz. Bunu yapmak için temelde iki aracımız var: ürettiklerimiz ve tükettiklerimiz -tükettiklerimiz üzerine haricen konuşmak gerek-.
Bir şeyleri açıklayabilmek, yön verebilmek ve bunu başkalarıyla paylaşabilmek, bu kaygıyı azaltıp varlık iddiamızı güçlendiriyor. Yalnızca açıklamak ya da üretmek bu kaygıyı azaltmamıza yetmiyor, “kaybolmadığımızı” görmek, teyit edilmek, paylaşarak onay almak istiyoruz. Referansları dışarıya taşınmış bu durum çok zaman “gerçek” bir söz söylemeye engel oluyor. “Bilgi otoritelerinin” ağzından dökülenleri, nedensel, bilimsel açıklamaları birinci sınıf açıklama olarak görmemizin temel dayanaklarından biri de zannederim budur.
Bilgiyi/fikri başkasına sebep sonuç zincirinde aktarabilmek onaylanmayı kolaylaştırıyor. Hele bir de bunu “politik doğruculuk” değirmeninde öğütüp, “otorite” eleklerinden, “rasyonel düşünce” çarklarından geçirerek yaptığımızda artık “objektif” olana yani herkes tarafından kabul görmesi gerekene ulaşıyoruz. Bu mekanizmayla insan olarak ürettiğimiz aracılığıyla bütüne karşı kendi varlığımızı onaylattırıyor, kabul ettiriyoruz.
İşte çelişkinin başladığı nokta tam da burası… “Kendi” varlığımızı kabul ettirebilmek için “kendimizden” olanlardan uzaklaşıp yığına/tekniğe/dışarıya ait olanlara doğru savruluyoruz. Bugün her ağızdan “birey” olmaktan bahsedip, insanın birey olarak değerinden konuşurken diğer taraftan “objektif” olanın peşinde koşuyoruz. Objektiflik ise tanımı itibariyle, bireyde, kişinin kendisindeki referanslara ilişkin değil; nesnede yani dışarıda olana, başkalarınca kabul edilmiş referans sistemine ilişkindir. Görülüyor ki çoğu zaman biz aslında gerçekten bir şey üretmekle -kaynağı kendimizde olandan- ilgilenmiyoruz. Yalnızca o “ortak referans sistemi”nde kabul edilen bir nokta olmak istiyoruz, çünkü bu bizim varlık iddiamızı güçlendiriyor.
Sonuç; düşünen insanın, insan olmaya dair fikrini dahi dışarıya başvurmaksızın konuşamamasıdır. Öyle ki tanıklık ettiğiniz katliamlara, yanlışlara, kötülüklere, zulme karşı isyan etmeniz; haksızlığa lanet okumanız, hiçbir şey yapamıyorsanız en basitinden bir küfür savurmanız için dahi teknikten (tarih, teoloji, siyaset teorisi …) onlarca argüman/açıklama üreterek “rasyonel düşünce” bekçilerini ikna etmeniz bekleniyor.
“Kendi yolunu aramayan, âdem değil er olmadı”
– Yunus Emre
Son Yorumlar