“Bütün insanlar, doğal olarak, bilmek isterler.” Aristoteles
Aristo’nun söylediği gibi doğal olarak bilmek isteyen insanların “bilmek” için yine doğal yöntemleri vardır. Bir olay karşısındaki en basit -doğal- insani tepkileri çocuklar gösterirler. Etrafımızdaki küçük çocuklara baktığımızda kolayca görebileceğimiz üzere, çocuklar “bilme/öğrenme” için temelde iki şeyi kullanırlar : gözlem ve “soru”. Buradan yola çıkarak söylenebilir ki doğal olarak bilmek isteyen insanın doğal öğrenme araçları gözlem yapma ve soru sormadır.
İnsanoğlu varoluşundan itibaren bu kendisindeki doğal mekanizmayı kullanarak evreni -olayları, olguları- “anlamlandırmaya” çalışmıştır. Burada “anlamlandırma” kelimesinin üzerinde durmak gerek, tarihsel süreçte doğayı gözleyen insanların gözlemlerinden çıkardıkları yorumlara bakarak doğaya sordukları ilk soruların “ne?” ve “ne amaçla?” soruları olduğunu anlayabiliriz. Bunu bir örnekle daha da açıklamaya çalışalım. Mesela eski Yunanda havanın hareketlerine ve çevreye etkisini gözlemleyen insanlar, “ne?” sorusunu sorarak bunun rüzgar olduğu tanımını yapmışlar daha sonra ise “ne amaçla” hava hareket etmektedir (fırtına vs. olmaktadır) sorusunu sorarak yapmış oldukları gözlemi “anlamlandırmaya” çalışmışlar ve buna “Rüzgar tanrısı Eole’nin” kaprisinin sebep olduğu gibi bir anlam yüklemişlerdir.
Günümüzde de hala popülaritesini sürdüren -maalesef- bir örnek olarak Astrolojiyi ele alalım. Tarih boyunca insanlar gökyüzünü gözlemleyerek en basit zaman algılarını oluşturmuşlardır, güneşin doğması ve batmasının gün olması; ayın hareketlerine bağlı olarak ayların oluşması vb. gibi. Sümerler herhalde bu konudaki en eski başarıları sonuçları elde etmişler güneşin yıllık hareketini (Sümerler dünyanın sabit olduğunu ve güneşin hareket ettiğini düşünüyorlardı) kullanarak mevsimleri hesaplamışlar ve bunu tarımda kullanmışlar ayrıca bugün kullandığımız takvime çok yakın bir güneş takvimi oluşturmuşlardır. Gökyüzünü tanımlamakta oldukça başarılı olan Sümerler, 12 takım yıldızı kuşağını gözlemlemişler güneşin hangi tarihlerde hangi yıldız kuşağı üzerinde olduğuna bakarak da bugün hala Astrologların kullandığı “Burçlar” takvimini çıkarmışlardır. Buraya kadar anlattıklarımız Sümerlerin yaptıkları gözlemlere “ne?” sorusunu sorarak yaptıkları tanımlar ve hesaplar üzerine. Olayları tanımladıktan sonra ikinci soru olarak yine “ne amaçla?” sorusunu sormuşlar ve gökyüzündeki yıldızların, gezegenlerin hareketlerini “anlamlandırmaya” çalışmışlardır. Gezegen hareketlerinin yeryüzündeki olaylar üzerinde etkili olduklarını örneğin; Marsın hareketlerinin deprem, sel vb doğa olaylarına sebep olduğuna kanaat getirmişler hatta ve hatta bu vb. görüşlerini ilerletip gezegenlerin her birinin birer “Tanrı” olduğuna inanmışlar. Gökyüzüne ve oradaki hareketlere bu kadar anlam yükleyen Sümerlerin oluşturdukları “Burçlar” takvimine göre insanların karakterlerinin şekillendiğini ya da gezegen hareketlerinin (ki onlar için Tanrıların harektleri) insanların kaderleri ve karakterleri üzerinde etkilerinin olduklarını düşünmeleri son derece makul duruyor. Günümüzde de hala Sümerlerden kalma bu “kadim” bilgileri kullanarak Astrolojik yorumların yapılması ve bunlara itibar edilmesi ise en azından benim açımdan hiç makul ve mantıklı durmamakta. [Bu konuda daha detaylı okuma yapmak isteyenler için Tevfik Uyar’ın Astrolojinin Bilimle İmtihanı kitabını tavsiye ederim.]
Buraya kadar insanın doğal öğrenme yöntemini kısaca anlatmaya ve örneklemeye çalıştık şimdi ise asıl konumuz olan “bilimsel yöntemi” ele alalım. Bilimsel yöntem kısaca, evrendeki olguların bilinçli bir biçimde gözlemlenmesi; onlarla ilgili varsayım ortaya atılması; bu varsayımı doğrulamak için tekrar evrende bir şekilde sınanması, deneye tabi tutulması; böylece sınanan varsayımın mümkün olduğu kadar bir yasa biçiminde ifade edilmesidir.
“Bilimsel tutum insan için doğal değildir. O tarihin bir fethidir” Auguste Comte
Bilimsel açıklama şeylerin nihai amaçlarını açıklamak yerine olayların nasıl cereyan ettiklerini betimlemekle yetinmiştir. “Bilimsel yöntemde” yapılan gözlemleri tanımlamak için sorulan “ne?” sorusuna mütakiben yöneltilen soru “ne amaçla?” değil “neden?” sorusudur. Yukarıda bahsettiğimiz hava hareketleri örneği bilimsel yöntemle ele alındığında havanın hareketi gözlemine “neden hava hareket etmektedir?” sorusu sorularak hava hareketlerinin atmosferdeki basınç farklılıklarından kaynaklandığı tespit edilmiş ve “Rüzgar, havanın atmosferin yüksek basınçlarından alçak basınçlarına doğru yer değiştirmesidir.”, şeklinde bir yasa biçiminde ifade edilmiştir. Bu örnekte görebileceğimiz üzere “bilim” olayları / olguları “anlamlandırmak” yerine “anlamayı” hedeflemektedir.
Bir diğer örneğimiz olan gökcisimlerinin hareketlerini bilimsel yöntemle ele alalım. Biz bugün biliyoruz ki güneş dünyanın etrafında değil dünya güneşin etrafında eliptik bir yörüngede hareket etmektedir. Yine aynı şekilde diğer gezegenlerde güneş etrafında eliptik bir yörünge çizerek hareket etmektedirler. Güneşin dünyanın etrafında hareket ettiği görüşünün çok uzun yıllar boyunca hakim olması da yine “bilimsel tutum”un insan için doğal olmadığını göstermekte çünkü insan doğası gereği olayları “ben” merkezinde yorumlamış ve dünyanın güneş etrafında dönmesinin, güneşin dünyanın etrafına dönmesine göre daha “aşağı” bir durum olarak görmesi onu uzun süre bu gerçeklikten uzak bırakmıştır. Biz yine bugün biliyoruz ki gezegenlerin yörüngeleri ve hareketleri Newton’un açıkladığı “Kütle Çekim” yasasına dayanmaktadır ve bütün gezegen hareketleri bu yasa gereği oluşmaktadır. Yani Marsın hareketlerinin dünyada bir doğa olayı oluşturmak gibi bir hedefi ve etkisi yoktur o sadece diğer gezegenlerin ona uyguladıkları çekim kuvveti nedeniyle o şekilde hareket etmektedir. Bu örnekten yola çıkarak söyleyebilirz ki “Bilimin” anlama süreci aslında bir algılama değil yeniden inşa etme sürecidir. Newton’un Kütle Çekim yasası gezegen hareketlerinin belli zaman aralıklarında belli şekillerde olduğu kaba algısı yerine bir gezegin hangi zamanda nerede olacağını hesaplanabilir bir boyuta getirmiştir. Yine rüzgar örneğine bakarsak bilimsel açıklamalar bizi basınç farklarını vs. ölçerek rüzgarın kaba algısı yerine ne zaman, hangi yönden, kaç şiddetinde eseceğini hesapladığımız bir boyut inşa etmişlerdir.
Şu ana kadar ulaşılan bilimsel veya bilimsel olmayan sonuçlardan bahsettik. Aslında bilimi bilim yapan şey, bilimsel sonuçlara ulaşmaktan çok, dünyaya bilimsel olarak yaklaşmak, onu bilimsel yöntemlerle araştırmaktan geçer. Şimdi modern bilimde neyin bilimsel bir bilgi veya sonuç olduğu üzerine bir şeyler söyleyelim. Modern Bilim felsefesinin öncüsü Karl Popper’a göre; bilimsel bir bilgi veya sonucun özelliği, yanlışlanabilmeye müsait olmasıdır. Başka bir deyişle bilimsel bir önerme yanlışlanabilir olmalıdır. Buna göre önemli olan, bir kuramın ne zaman doğrulanabileceği değil, ne zaman ve hangi koşullarda yanlışlanmış, yani çürütülmüş sayılabileceğidir. Bir bilgi sürekli sınandıktan sonra hala çürütülemediği sürece doğru sayılır, bir karşı örnek çıkınca ise onu en azından karşı örneğin çıktığı koşullarda terketmek gerekir. Yani bilimsel bilgi Astroloji gibi mutlak ve her zaman geçerli “kadim bilgi”(!) değildir. Bir önermenin bilimsel olabilmesi için o önermenin bilimin soruları kullanılarak eleştrilebilmesi gerekmektedir. Bunu şöyle örnekleyebiliriz; Newton’ın hareket kanunları bugün hala bizim fiziğimizin önemli bir parçasını oluşturmaktadır ama Einstein’ın geliştirdiği “izafiyet teorisi” Newton’ın düşündüğününün aksine zamanın ve boyutların sabit değil cismin sahip olduğu hıza göre değişken olduğunu gösterdi. Peki bu durum bizim tüm Newton mekaniğini reddetmemize mi yol açtı? Hayır. Bugün hala uzaya roket gönderirken dahi Newton’ın hareket kanunları kullanılmakta sadece çok yüksek hızlarda Newton mekaniğinin kullanılamaycağını gösterdi örneğin parçacık deneylerinde.
Peki ya biz?
“Bilim üretebilmek için ne lazımdır?”, diye sorduğumuzda herhalde öncelikle gerçek anlamda “bilmek”, “anlamak” isteyen kişiler lazımdır. Gerçek anlamda bilme isteğiyle ilgili şöyle bir dialog anlatılır : “Sokrates, idama mahkûm edildikten sonra, hapisteyken, flüt çalmayı öğreniyormuş. Birisi ona, bu ne isine yarayacak ki, diye sorduğunda, ölmeden önce flüt çalmayı öğrenmiş olmaya diye cevap vermiş.” Bizlerin peki gerçek anlamda bilmek gibi bir derdi var mı? Bizler bir olayı olduğu gibi “anlamaya” çalışıyor muyuz, yoksa onu kendi işimize gelecek şekilde eğip bükmeye mi çalışıyoruz?
Anlamaya çalışmak için doğru soruların sorulması gerektiğinden bahsettik. Doğru soruların sorulabilmesi için öncelikle toplumda ve kişide “sorma ve sorgulama” kültürünün olması lazım. Aslına baktığımızda bu bizim bugünümüzün sorunu değil geçmişin bize mirasıdır. Tarihsel sürece hızlıca bir göz attığımızda ilk müslüman filozof (bilimadamı) bir Türk olan Farabi’ydi (9. y.y) . Farabi evrendeki olaylara Eski Yunan’ın akılcı geleneğinde etkilenerek yaklaşmış, gerçek bilgiyi -hakikati- aramış ve İslam topraklarında bilim üretme için gerekli olan sorgulama ve “akılcı” kültürünün temelini atmıştır. Hepimizin daha aşina olduğu Ibn-i Sina da onun öğrencisidir. Farabinin ekolünü takip etmiştir ve bildiğiniz üzere uzun yıllar tıp alanında hakim olan kaynakları üretmiştir. Bu parlak dönemin ardından “medreseler” dönemi başlamış Selçuklu ve Osmanlı Devletinin ilk yıllarında “akılcı” geleneği sürdüren eğitimler yapılıyor bu okullarda dini ilimlerin yanında felsefe, mantık ve matematik gibi dersler veriliyordu. Maalesef medreselerde özellikle 16. y.y dan itibaren akli bilimlerden uzaklaşılmış onun yerine “sorgulama ve düşünmenin” çok gerekmediği nakilcilik ve nakli ilimler hakim olmuştur. Öyleki rönesans sonrası Avrupada Ibn-i Sinanın tıp kitabı okutulurken medrese müfredatında yer almıyordu. Kendisine nakledilen bilgi üzerine düşünmeden, sorgulamadan bilgi üretilebilir mi? Katip Çelebi’nin deyimiyle bundan sonra Osmanlı İlim hayatına kesat girmiş ve o parlak dönemler son bulmuştur. Bu kısa tarihsel süreci anlatmamdaki amacım bizim gerçek anlamda bilim üreten bir kültüre sahip olduğumuzu daha sonra bundan uzaklaştığımızı ve bugün bizlerin gerçek bir bilim mirası devralmadığımızı göstermekti (her ne kadar Tanzimatla beraber yeniden o kültürü canlandırmak için adımlar atılmış olsa da hala o noktaya ulaşabilmiş değiliz).
Tarihsel süreçteki bu hezeyanımıza bir örnek daha olarak şu olayı verebiliriz: III.Murat 1577’de Takiyüddin’e (devrin en önemli Astronomlarından) bir rasathane kurma görevi verir ve Tophanede devrin en iyi imkanlarıyla bir rasathane kurulur. Üç yıl boyunca bugünküne çok yakın astronomik hesaplar yapılır. 1580 yılına gelindiğinde ise halk tarafından rasathanenin veba salgının sebebi görülmesi, Şeyhülislam Kadızade ile Takiyüddin arasındaki anlaşmazlıklar ve yine Şeyhülislam’ın ‘’yıldızların gözleminin felaket getireceğini; göklerin sırlarını örten perdeyi kaldırmanın uğursuz bir haddini bilmezlik olduğu…” şeklinde fetvası yine III.Murat tarafından bu rasathanenin yıktırılma emrinin verilmesine sebep olmuştur. Medresede “akli ilimlerden” uzak yetişmiş bir Şeyhülislam’ın ve halkın tabiri yerindeyse gönlünü yapmak tepkisini çekmemek için “en kolay” yolu tercih eden bir padişahın bir toplumun kaderini nasıl etkilediğini bu olayda görebiliriz.
Öbür yanda, modernleşme döneminde, bilimcilik adına dinin toplumdan çıkarılarak “vicdan ve mabet”e sokulmak istenmesi, bilimin adeta dine rakip olarak kullanılması -bilim üretmek değil onu bir ideolojik bir malzeme olarak kullanmak- bilim hayatımızın gelişmesine ciddi bir engel oluşturmuştur. Maalesef bu durum kendini modern adleden bir kısım çevreler tarafından bugün dahi devam ettirilmektedir.
“Bilim hakkında güzel olan şey, siz inansanız da inanmasınız da doğru olmasıdır.” Neil deGrasse Tyson
Bilim üretemiyor oluşumuzun tarihi ve felsefi boyutunu yukarıda ele almaya çalıştım ama olayı sadece tarihe mal etmek herhalde gerçekçi olmaz. Toplum olarak biz bugün dahi bilimi bir kavga etme aracı olarak kullanıyoruz. Bizim aslında gerçek anlamda onu elde etme ve üretme gibi bir derdimiz yok biz onun kendi ideolojimizi, inancımızı destekleyen kısımlarını alıp tartışmalarımızda bir argüman olarak kullanmak istiyoruz. Yani bizim bilime bakışımızda saf bir bilme isteği değil ideolojik kaygılar var. Bilim üretebilmek için ise kişinin kendi fikrini, ideolojisini vb. olaydan soyutlaması ve olaya sadece bilimin sorularıyla yaklaşması gerekir. Buna verilebilecek örneklerden bir tanesi şudur : Steven Weinberg Amerikalı fizikçidir, ateisttir. Muhammed Abdüsselam Pakistanlı fizikçidir, dindardır. İkisi birden “Elektromanyetik etkenlerin bileşimi” konusunda yaptıkları çalışmayla aynı sonuca ulaşmış ve 1977 yılında Nobel fizik ödülünü paylaşmışlardır. Burada bir farka dikkat çekmek istiyorum insanın değer verdiği kültür, inanç veya ideoloji onu bilim üretmeye teşvik edebilir ve ürettiği bilimi nasıl kullanacağı konusunda ona bir yol çizebilir ama bu görüşler bilim üretme sürecinde yer almaz.
Okumadan mevcut bilim mirasını anlamadan üzerine bir şey koymak mümkün değildir. Peki bizim okuma karnemiz nasıl? TÜİK’in yaptığı araştırmaya göre Türk insanı ortalama günde 6 saat televizyon izlerken, 3 saat internette vakit harcarken kitap okumaya sadece 1 dakika ayırıyor. Bu araştırmaya ek olarak kendi gözlemimle söyleyebilirim ki okuduğunu anlama konusunda da pek başarılı değiliz. Sosyal medyada kişilerin kendisini daha “kültürlü” sergilemek için son dönemde kitap satışlarında bir artış var ama bu da sadece çok satanlar rafından popüler bir kitabı alarak onun fotoğrafını paylaşmaya hizmet ediyor.
Toplumca rasyonel ve analitik düşünme kabiliyetimiz maalesef oldukça zayıf. Biz düşünmeyi sevmiyoruz onun yerine bizim yerimize “düşünen” kanaat önderleri arıyoruz ve onların peşinden gidiyoruz. Öğrendiğimiz, duyduğumuz şeyi süzgeçten geçirmiyoruz ya da okumadığımız için süzgecimizin delikleri çok geniş. Biz yanlışlanabilir olan “bilimsel bilgi” gibi bilgilerin peşinde değiliz biz her zaman argüman olarak kullanabileceğimiz “kadim” bilgiler arıyoruz. Toplumumuzun kanaat önderleri de “kadim” bilgi üretme konusunda oldukça istekli çünkü onlara da sorgulayan kişiler değil itaat eden söylediklerine hemen inanan müridler lazım.
Son olarak şunu söyleyebiliriz ki bir üretimden bahsediyorsak bunun birinci şartı “çalışmaktır”. Biz başarılı gördüğümüz kişilerin başarısını çoğu zaman elinde olmayan sebeplerde ararız, çok zeki olduğu için başarılı, çok iyi imkanlara sahip olduğu için başarılı vb. bu aslında kendimizi kandırmak için kendi başarısızlıklarımıza ürettiğimiz bahanelerden bir tanesi. Mesela Einstein’ın fizikteki başarısını biz Einstein’ın zekası ekseninde konuşmayı seviyoruz çünkü bu onun elinde olan değil ona bahşedilen bir şey halbuki Einstein bu kadar “zeki” olmasına rağmen herhalde fizik üzerine onun kadar vakit ayıran, çalışan çok az insan vardır.
Bizim bugün geçmişte sahip olduğumuz “bilimsel düşünce” zihniyetini yeniden inşa etmemiz gerekiyor bunu da başkasından tepeden inme bir şekilde gelmesini bekleyerek değil bilim üretmek isteyen herkesin kendi kendisini inşa etmesiyle gerçekleştirebiliriz.
“İlim ilim bilmektir; ilim kendin bilmektir…” Yunus Emre
Alıntı yapılan ve yararlanılan kaynaklar :
Felsefeye Giriş, Ahmet Arslan
Felsefe, TÜSİAD
Astrolojinin Bilimle İmtihanı, Tevfik Uyar
Batı Felsefesi Tarihi, Bertrand Russell
Medreselerin Gerilemesi, Hüseyin Atay
Türk Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi
Son Yorumlar